“GÖKTEN DÜŞEN TANRI(!)” – 11×10 İNCELEMESİ
Aslında bu sezonun finalinin incelemedeki ismini de asıl ismi olarak bırakacaktım: Ranskoor Av Kolos Muharebesi. Ama, maalesef bölümde bir muharebeye denk gelemedim. Haliyle, muharebe sözcüğünü boşu boşuna kullanmak istemedim. Uzuuuun bir süreç olan 11. sezon inceleme serimi -eğer özel bölümü saymazsak- bu bölümle bitiriyor olacağım. Size ne kadar uzun geldiyse, bitmek bilmediyse; inanın ben sizin bıkkınlığınızın 10 katını yaşadım. O yüzden daha fazla uzatmadan bölüme geçiyorum.
Bölüme iki karakterin birbirleriyle olan diyaloğuna şahit olarak başlıyoruz. Konuşmalarından anlıyoruz ki, bu iki karakterden genç olan arkadaş bir tür sınava tabii tutuluyor. 17 yıldır Andinio‘dan eğitim alan Delph, bir tapınak inşa etmek durumunda ama buna tereddütle yaklaşıyor. Çünkü bir şeyler öğrendikçe öğrendiklerinin azaldığını hissediyor. Ve bunun da inançları olduğunu öğreniyoruz. İnançlarına göre Dünya anlaşılacak değil, deneyimlenecek bir yer. Ve yetenekleriyle de inşa edebilecekleri bir yer. İbadet ederek bir dünya yaratmak konepti hoşuma gitti ne yalan söyleyeyim. En azından karşılığında bir şey elde ediliyor…
Gezegenin Garip Huyları
Delph tam inancının bir gereği olarak bir şeyler inşa edecekken, gökten -tabiri caizse- inançlarını dorukta yaşayan iki kafadarın tapacağı bir Tanrı düşüyor. Bu olaydan tam 3407 yıl sonra da (sanırım Chibnall ‘küsüratlı yazayım da inandırıcı olsun‘ diye düşünmüş) Doktor ve arkadaşlarının bir gezegenden 9 ayrı yardım sinyaline cevap verdikleri sahneye geçiyoruz. Gerçi, arkadaşlarının bir şeye cevap veya karar verdikleri yok. Sadece Doktor‘u dinliyorlar. İtiraz eden, ses çıkaran yok. Kendime sormadan edemiyorum: Bu 3 etkisiz elemanın (pardon Graham) yerinde Rose, Martha, Donna veya klasik-modern farketmez, herhangi bir yol arkadaşı olsaydı bu sahne aynı mı olurdu? Yardım sinyallerinin geldiği gezegenin tercüme edilmiş haliyle “Ruh Parçalayan” adlı bir yer olduğunu öğreniyoruz. Bu gezegende dolaşanlar akıl sağlığını kaybediyor, gerçeklik algıları bozuluyor. Doktor, yol arkadaşlarına sormadan, nezaketen bile rızalarını almadan gezegene, sinyallerin geldiği gemiye iniş yapıyor.
Doktor bir bakışıyla geminin seceresini ortaya dökerken gemide bulunan biri Doktor‘a silahını doğrultuyor. Yaz‘ın bunu Doktor‘a haber verirkenki mimiksizliğini buraya not düşüyorum. Şahsen, benim bir polis memuru olan Yaz‘dan beklentim, Doktor‘a silahını doğrultan kişinin üstüne atlaması ve etkisiz hale getirmesi olurdu. Aldığı onca eğitim bir halta yaramış olurdu ama Chibnall -sanırım- Yaz‘ın polis olduğunu unutmuş. Ki Yaz tüm donukluğuyla öylece duruyor. Yol arkadaşlarından hiç ses gelmemesi üzerine Doktor “iş başa düştü” diyerek adamı sakinleştiriyor ve ona da herkese verdiği sinir dengeleyiciyi takıyor. O, adamla ilgilenirken Yaz da şans eseri gemiyi çalıştırıyor ve adamın geminin kaptanı ve mürettebatının da kayıp olduğunu anlıyoruz. Bu sahnede yol arkadaşlarının arasında dönen muhabbet o kadar kötü ki, kendimi bir anlığına anasınıfındaymış gibi hissettim. Konuşssalar ayrı, konuşmasalar ayrı dert.
Tzim-Sha Değil, Tim Shaw
Yavaş yavaş kendine gelen gemi kaptanı Paltraki neler olduğunu anlamaya başlarken gezegenden bir bir arama geliyor. Bölüm başında gördüğümüz gizemli kadın, Paltraki’nin onlara dönmeini isterken araya hepimizin tanıdığı bir ses giriyor. Evet, Tim Shaw… En on inşaatın tepesinden atılan, DNA bombalarıyla yaralanmış halde başka bir yere ışınlanan diş canavarı…
Paltraki‘nin mürettebatıyla beraber gezegenden bu iki gizemli karakterle savaştığını ve ele geçirilen bazı mineralleri kurtardıkları ortaya çıkıyor. Doktor‘u her kapıyı açıp her gizemi çözen soniği ise bu minerallerin ne olduğunu çözemiyor. Bir Zaman Lordu, dünkü çocuk diye tabir edebileceğimiz Stenza‘nın teknolojisini anlayamıyor… Ryan‘ın elini attığı şey ise şansa bakın ki, görev haritası oluyor. Cihazı alan ekip, yola koyuluyor. Tim Shaw‘un ortaya çıkmasının kötü etkilediği tek karakter olan Graham, diş canavarını öldürmeyi kafasına koyuyor. Aynı duyguları öz ninesi ölmüş olan Ryan‘da da görmek isterdim.
Haritaya göre ilerleyen ekip Tim Shaw ve diğer ikili ile avaşmak zorunda kalmış diğer savaş gemilerini görüyor. Gemilerin ardındaysa, Tim Shaw‘un tapınağını… Ryan, “aklı olan kimse oraya girmez” der demez, tüm ekip içeri giriyor. Görev dağılımları yapılıyor ve Graham‘la Ryan tutsakları kurtarmaya gidiyor. Grace‘in intikamı Tim Shaw‘u öldürerek mi alınmalı diye tartışırlarken, nişancı robotların gazabına uğruyorlar. Ve ta bu esnada, biz nişancı robotları görüp onların nişancı robotlar olduklarını anladığımız halde, arkadan bir ses geliyor: Nişancı robotlar! Tamam, gördük, anladık. İlan etmenin anlamı ne? “Nişancı robotlar!” diye bağırılmasaydı, anlamayacak mıydık? adece bununla kalına iyi tabii, sırasıyla Tim Shaw’un bunlardan bir ordu kurduğu, daha fazlasının geldiği, kapana kısıldıkları da aynı şekilde ilan edildi…
Asil Irk Ux’lar
Halbuki biz bunları gördük ve anladık zaten. Senaryoyu okurken hiç mi rahatız olmadılar? Üzücü cidden. Ryan oynadığı bilgisayar oyunları sağolsun, “çömelerek” iki nişancı robot ordusunu da birbirlerine vurdurtarak etkisiz hale getiriyor. Onlar durumdan öyle saçma bir şekilde kurtulurken, Doktor da Andinio ile tanışıyor. Ux ırkına mensup olduğunu öğrenince aşırı yapmacık bir heyecan sergiliyor. Jodie‘nin ne kadar da iyi bir oyuncu olduğunu düşünsem de, bazı halleri beni gerçekten sinir ediyor. Ux‘ların binlerce yıllık ömür kapasitesi olduğunu, evrende sadece 3 gezegende bulunan çiftler olduklarını öğreniyoruz. Yaz ve Paltraki de diğer mineralleri arıyor bu arada. Bunlar da nişancı robotlarla karşılaşıyor ve Yaz da Ryan gibi bağırarak “nişancı robotlar!” diyor…
Yaz bağırana kadar da Paltraki onları öldürüyor. Andinio‘nun geldiğini duyan Yaz ve Paltraki saklanıyor. Andinio ise Delph ile birlikte transa geçiyor. Tim Shaw da bu esnada amacını açıklıyor: Uygarlıkları dondurup evrenin tek hakimi haline gelmek. Tim Shaw, sahte de olsa bir Tanrı olmuşken, Stenzalar‘ın büyük hayalini gerçekleştirmenin de bir yolunu bulmuş oluyor Ux‘lar sayesinde. Minerallerin de gezegenler olduğu ortaya çıkıyor böylece. Ux‘lar sayesinde uzayda yarık açılıyor ve Dünya hedef alınıyor.
Burada şunu sormak istiyorum: Tamam, Dünya kıpkırmızı bir ışıkla kaplanıyor falan filan da, bunun etkilerini Dünya’da yaşayanlar tarafından göremez miydik? 4. sezon finalinde bile, şimdikinden az bir bütçeyle dünyanın karşı karşıya kaldığı tehdit gayet iyi biçimde bizlere aktarılabilmişti. Harcanmış bir fırsat olmuş, ne yazık ki. Bunu yapmaya üşenmeselerdi, bölümde anlatılan tehdit daha da inandırıcı hale gelebilirdi.
Sözler Sezonun Aynası
Tim Shaw, Ryan ve Graham‘ı tutsakları çıkarmaya devam ederlerken görünce yanlarına gitmeye karar veriyor. Doktor da doğru düzgün bir plan için zamanı olmadığını farkedince, işe yarayacağını umarak, sinir dengeleyicileri Ux‘lara takıyor. Neyse ki, işe yarıyor ve Dünya soykırıma uğramaktan kurtuluyor. Fakat diğer gezegenler hala tehlikede. Graham, Tim Shaw‘un gönderdiği nişancı robotları engellemek için geride kalıyor. The Witchfinders‘ta Tarantino göndermesi yapan Graham‘dan burada da bir Die Hard göndermesi geliyor: “Yippie ki-yay robotlar!” Ve beklenen buluşma gerçekleşiyor. Graham vs Tim Shaw! Ama beklenen son geçekleşmiyor.
Graham, Doktor‘un da dediği gibi iyi bir adam olduğunu anlıyor ve Tim Shaw‘u sadece ayağından vurmakla yetiniyor. Doktor da gezegenleri oldukları yere geri göndermek için TARDIS‘ini getiriyor. TARDIS‘ten içeri gien Ux‘lara TARDIS‘in boyutsal karmaşasını anlayamayacaklarını ima ediyor ama böyle bir şey olabilir mi? Tabii ki kolayca anlayıp adapte oluyorlar. Delph, TARDIS‘e bağlanarak gezegenleri ait olukları yerlere birer birer gönderiyor.
Doktor‘un Graham‘ın Tim Shaw‘u öldürmediğini duyduğunda Graham‘a “tanıdığım en güçlü insansın” demesi sinirlerim bozuyor. Neyse ki cümlenin devamında “onlardan birisin” diyor da rahatlıyorum. Bölümde sevdiğim tek şey, Tim Shaw‘un hak ettiğini bulması oldu. Kazandığı her savaşın hatırası olarak tutsaklarını küçücük odalara hapseden diş canavarının sonu da tutsaklarından hallice oluyor.
Umarım incelememi keyifle okumuşsunuzdur.