Evrenin En Büyük Sorunu: Kibirli Bir Zekâ ve Kibar Bir Psikopat

Doctor’un rahatsız edici dehası üzerine uzun, sarkastik ve edebi bir ağıt

Evrenin bir merkezî gücü olsa, o kesinlikle yıldızlar ya da kara delikler olmazdı.
Hayır.
Bence evrenin gerçek merkezinde duran şey; bir adamın bitmeyen konuşmaları, bitmeyen hesaplamaları ve bitmeyen kibirli gülümsemesidir.

Doctor bir odaya girdiğinde fiziksel bir tehdit hissetmezsin.
Ama zihninde bir şey titrer.
Bir şey kırılır.
Sanki o odanın ışığı artar ama sıcaklığı düşer.
Sanki sen hâlâ varsın ama artık odanın sahibi değilsin.
Boğazına görünmez bir ip dolanır:
Doctor’un zekâsı.

Zekâ dediğim şey; öyle hayran olduğun türden bir aydınlık değil.
Doğuştan gelen bir parıltı da değil.
Bu, biraz cinnet, biraz bıkkınlık, biraz da evrenle yaşanmış kötü bir ilişkinin sonucu olan bir tür “üst akıl.”
İnsan zekâsı değil.
Belki de insanlığa ait bir şey hiç değil.

Doctor’un zekâsını en çok korkutucu yapan şey, kendisi bile ondan korkmuyor oluşu.

1. Doctor’un Zekâsı: Parlaklık Değil; Gözünü Alıp Rahatsız Eden Bir Beyaz Işık

Doctor’un zekâsı üzerine konuşmak, aslında insanın kendi yetersizliğini itiraf etmesi gibi bir şey.
Bir sorun oluyor, herkes panik içinde bağırıyor; Doctor ise aynı soruna şöyle bakıyor:

“Bu basit.”

Bu cümlenin fiziksel etkisi var:
Sanki odadaki oksijen azalmaya başlıyor.
“Basit” dediği şey genelde beş boyutlu zaman kırılması, iki türün yok oluşu, bir gezegenin çökmesi falan oluyor.

Doctor’un zekâsı parlak değil; acı verici.
Güneşe doğrudan bakmak gibi: hem büyüleyici, hem baş ağrıtıcı, hem görme kaybı yaratıcı.

Ve en tuhafı:
Doctor zekâsından utanmıyor, utanıyor gibi yapıyor.

O sahte mütevazılık yok mu…
Koca galaksiyi kurtarıp, sonra “Ufak bir şeydi,” diye cümleyi küçültmesi…
İnsan içinden “Abi bir dur, bir sus, bir nefes al,” demek istiyor.
Ama tabii ki demiyorsun.
Çünkü Doctor hızlanınca cümleler bile ona yetişemiyor.

Doctor’un zekâsı şöyle çalışıyor:

  • Soru yok,
  • açıklama yok,
  • seçenek yok.

Sadece sonuç var.
Ve sonuç da hep şu:
Doctor haklı.

Bu yüzden Doctor’un zekâsı hayranlık uyandırmıyor.
Tahakküm kuruyor.

2. Zekâ Bir Silah mı? Hayır— Bir Kitle İmha Makinesi

Doctor’un bir plana başladığını anlamanın yolu çok basittir:
Etrafındaki herkes ölmeye başlar.

Bir varlık saldırıyor, insanlar çığlık atıyor, zaman bükülüyor—
Doctor ise hafifçe eğilip şöyle diyor:

“Hepiniz çok panik yapıyorsunuz.”

Sen ölüyorsun, adam seni azarlıyor.
Ve bunu öyle bir ses tonuyla söylüyor ki,
sanki sorun sende.
Sanki yeterince hızlı koşmamışsın.
Sanki yeterince akıllı değilsin.

Hayır Doctor, kimse senin kafanın içinde çalışmıyor.
Kimse zamanın dokusunu kahve içerken görmüyor.
Kimse, “Bu yaratık sizi 66 saniyede öldürecek,” cümlesini senin söylediğin rahatlıkla söyleyemiyor.

Doctor’un zekâsını korkutucu yapan şey, çözüm bulması değil;
çözüm bulurken bedel ödenmesini umursamaması.

Bazen şöyle düşündüğüm oluyor:
Doctor olayları çözmüyor, olayların arasından zarifçe geçiyor.
Ve o geçerken arkasında insanlar ölüyor,
Doctor ise bunu kaderin cilvesi olarak paketliyor.

  1. Doctor’un en ünlü özelliği bu:
    Birinin ölümü üzerine asla gereğinden fazla üzülmüyor.
    Üzülse bile, o üzüntü bile hesaplı.

3. Yol Arkadaşları: “Biz Seni Seviyoruz Ama İçten İçte Korkuyoruz.”

Yol Arkadaşları tamamen başka bir başlık olmalı.
Çünkü Doctor’un yanında olmak, sağlıklı bir insan için doğal değil.
Gerçekten değil.

Doctor’un yanında duran herkes, önce büyülenir.
Sonra korkar.
Sonra tekrar büyülenir.
Sonra gözyaşı döker.
Sonra tekrar korkar.
Sonra kaybolur.
Sonra Doctor onu unutmuş gibi davranır.

Bu döngü bir aşk ilişkisi değil;
travma döngüsü.

Doctor’un yanında yaşamak şöyle bir şey:

  • O seni kurtarır,
  • sonra seni kırar,
  • sonra seni yine kurtarır,
  • sonra gider,
  • sonra unutursun,
  • sonra bir gün yine gelir.

Doctor’un manyaklık seviyesi burada ortaya çıkar.
Çünkü onun için zaman lineer değildir.
Sen onu unutursun,
ama o seni unutmaz.
Ya da tam tersi.

Ve en kötüsü:
O asla senin kadar bağlanmaz.

Doctor’un zekâsının en büyük yan etkisi budur:
Duygulara bağlanamaz.
Bağlandığı zaman da onları çözümlemeye başlar.
Bir insanı “veri” olarak gördüğü anda,
o insan bitmiştir.

Donna’nın “Bazen beni korkutuyorsun” repliği ne ki…
Asıl gerçek şu:
Doctor’un yanında hiçbir insan güvenli değil.
Duygusal olarak da, fiziksel olarak da.

4. İyi Adam mı, Yoksa Evrenin En Tatlı Sosyopatı mı?

Doctor’un etik anlayışı bence tamamen kırık.
Time War’dan beri, adamın içindeki iyilik bir türlü iyileşmedi,
ama zekâ hep büyüdü.

Bu çok tehlikeli bir kombinasyon:
Travma + Zekâ = Hesaplı acımasızlık

Ve Doctor bunu saklamıyor.

“Good men don’t need rules.”

Bu cümlenin alt metni açık ve net:
“Ben çok iyi değilim, o yüzden çok kuralım var. Ve onları da çiğneyebilirim.”

Ve biz hâlâ bu adama “kahraman” diyoruz.

Doctor’un “iyi” olduğuna dair inanç,
Doctor’un kendi zekâsından daha tehlikeli bir şey:
Kolektif bir yanılsama.

5. Evren Doctor’dan Yoruldu: “Bir Gün de Başka Bir Yere Git Ulan!”

Daleklerin her karşılaşmadaki tepkisi bence nefret değil,
derin bir yılgınlık.

“Ya yine mi bu adam?”
“TARDIS’i başka bir galakside denesene?”
“Bizi neden rahatsız ediyorsun Doctor? Biz işimizi yapıyorduk.”

Doctor evren için tıpkı bir internet pop-up reklamı gibi:
Hep karşına çıkıyor,
kapatıyorsun,
yeniden çıkıyor.

Evren geniş olabilir ama Doctor bunu unutuyor.
Her savaşta, her felakette, her patlamada bir bakıyoruz:
Doctor orada.

Bir noktada Dalekler bile haklı:
Doctor’un olduğu yerde huzur yok.

Doctor’un zekâsı çözüm değil,
çözüm kılığına girmiş bir felaket.

6. Doctor’un Zekâsı Bir Kusur Ama Kimse Ona “Dur” Diyemiyor

Doctor’un zekâsı, doktorun laneti.
Ama kimse ona “yavaşla” diyemiyor.
Doktor’u yavaşlatacak tek şey zaman,
zaman da Doctor’dan kaçıyor zaten.

Doctor’un zekâsı sayesinde Doctor’un karşısında durmak,
bir insanın tsunamiye karşı durması gibi.

Ve yol arkadaşları korkuyor.
Gerçekten korkuyor.

Clara’nın o uzun uzun baktığı sahneler,
sessizlik içindeki o mikro mimikler…
hepsi şunu söylüyor:

“Sen tehlikelisin. Çok zeki olduğun için tehlikelisin.”

Doctor’un zekâsı iyi niyetle birleşince iyi bir şey olmuyor,
kibirle birleşince dehşet oluyor.

7.Doctor’u Sevmemizin Nedeni Onun İyi Olması Değil— Korkutucu Olması

Evet, Doctor bir kahraman olabilir.
Evet, Doctor hayat kurtarıyor.
Evet, Doctor’u seviyoruz.

Ama dürüst ol:
Doctor’u seviyoruz çünkü
o manyaklığıyla bizi büyülüyor.

Zekâsı güzel değil;
ama büyüleyici.
Zekâsı güvenilir değil;
ama bağımlılık yapıyor.
Zekâsı iyi değil;
ama etkileyici.

Bu yüzden Doctor, evrenin en tehlikeli yol arkadaşıdır:
Bir yandan seni kurtarır,
bir yandan seni bitirir.

Ve biz bu döngüyü seviyoruz.

Doctor zeki değil sadece.
Doktor rahatsız edecek kadar zeki.
Ve biz hâlâ buna “kahramanlık” diyoruz.

8.“Doctor’un Zekâsı, Benim Sinir Sistemime Tatlı Bir Travma Olarak İşledi”

Şunu fark ettim:
Ben Doctor’u izlerken üzülmüyorum, korkmuyorum, sevinmiyorum.
Ben Doctor’u izlerken sinir oluyorum.
Hani kırgın bir sevgiliye sinir olursun ya;
beni bıraktı diye değil,
beni bırakamadığı hâlde hâlâ her şeyi kontrol etme hakkı varmış gibi konuştuğu için.

Doctor böyle işte:
evreni kurtarıyor ama insanı öldüresiye geriyor.

Onu izlerken bazen kendimi şöyle düşünüyorum:

“Sen bu kadar zekisin diye ben aptal mı oldum?
Yoksa ben aptal olduğum için sen bu kadar zeki görünüyorsun?”

Bu sorunun cevabı da rahatsız edici:
İkisi de doğru.

Doctor’un zekâsı bazen kendimi sorgulatıyor.

Mesela adam bir şey anlatıyor,
ben artık cümlelerin ortasında falan kayboldum.
O hâlâ konuşuyor.
Bir plan yapıyor,
ben sadece adamın el hareketlerini izliyorum.
Olay tamamlandığında Doctor dönüp şöyle diyor:

“Simple, really.”

Basitmiş.
Basit.
Evet Doctor, çok teşekkür ederim.
Demek ki benim IQ’m 6 falan.
Senin yanında yetersiz hissetmenin resmi.

Bazen düşünüyorum:
Keşke biraz daha az zeki olsaydı.
Belki daha insan olurdu.
Belki daha kırılgan olurdu.
Belki gerçekten “üzülürdü.”

Ama hayır.
Doctor üzülmez.
Doctor üzülmek yerine hesap yapar.

Bu da onu sevmemi engellemiyor.
Belki de sorun bende.

Doctor’un zekâsı, kendine ait bir inat.

Bu adam o kadar zeki ki,
zaman bile ona göre şekil almak zorunda kalıyor.

Ben sabahları yataktan kalkmak için beş kere erteleme tuşuna basarken,
Doctor bir saniyede 12 evreni düşünüp 8 olasılığı reddedip en kötü ihtimali seçiyor.

Niye?
Çünkü en kötü ihtimal, Doctor’un en doğru ihtimali.

Bir şey var onda:
Hata yapmayı reddeden bir kibir.
Ama o kibre hâlâ “sevimli” diyoruz.
Çünkü Doctor gülümsüyor.
Tatlı bir gülümseme.
Bipolar bir yıldızın sıcaklığı kadar güvenilmez.

Her şeyi bilen adamın en rahatsız edici özelliği, bilmiyormuş gibi davranmasıdır.

Doctor’un bir şeyi bilmiyor olması çok tehlikeli.
Çünkü bilmediğinde iki şey olur:

  1. Öğrenecek.
  2. Öğrenirken mahvedilecek bir gezegen var.

Adamın merakı bile manyaklık seviyesinde:
Senin öğrenmen 10 dakika sürer,
onun öğrenmesi 3 patlama, 4 ölüm, 1 zaman sıçraması.

Öğrendiğinde ise şöyle der:

“Oh, that makes sense.”

Sen orada kül olmuşsun,
Doctor bulmaca çözmenin keyfiyle gülümsüyor.

Doctor bazen öyle bir konuşuyor ki, sanki seni test ediyor.

Cümleleri sanki bir sınav.
Bir bilmece.
Bir zeka gösterisi.

Bazen gerçekten içimden “Kardeşim cümleyi uzatma, anlaşılmak istemiyorsun zaten,” diyorum.

Evet, Doctor anlaşılmak istemiyor.

Doctor anlaşılmak isteseydi, konuşmazdı.
Doctor konuşuyorsa, kendini üstün hissetmek istiyordur.

O yüzden Doctor aslında sessiz biri değil,
sadece sessizliğini kontrol edemeyen biri.

Doctor’un yanındaki herkes bir noktada deliriyor.

Çünkü Doctor’un yöntemleri mantıklı değil,
Doctor’un yöntemleri Doctor için mantıklı.

Bu fark önemli.

Bence companions’ın asıl büyüklüğü bunu kabullenmelerinde.
Yanında duruyorsun:
o konuşuyor,
sen anlamıyorsun.
o koşuyor,
sen düşüyorsun.
o hesaplıyor,
sen ölüyorsun.

Doctor’un dünyasında ölmek bazen bir seçenek değil,
bir yan ürün.

Ve Doctor bunu kabul ediyor.
Hatta zaman zaman şöyle bir aura yayıyor:

“Keşke ölmeseydiniz ama… olsun.”

Bu yüzden Doctor’un zekâsı beni hem büyülüyor,
hem iğrendiriyor,
hem de kendime kızdırıyor.

Çünkü hâlâ onu seviyorum.

Ve itiraf: Doctor’un zekâsı beni sinirlendiriyor, çünkü kendimi eksik hissettiriyor.

Doctor’u izlerken kendimi aptal hissetmem için özel bir çabası yok.
Sadece var olması yetiyor.

Ve ben bu hissi tuhaf şekilde seviyorum.

Belki de Doctor Who’nun sırrı burada:
Doctor’a hayran olmuyorsun.
Doctor’a rağmen onu seviyorsun.

Çünkü Doctor iyi biri olduğu için değil—
tehlikeli, zeki, dengesiz olduğu için etkileyici.

Ve evet.
Zekâsı gerçekten rahatsız edici.

Ama sanırım hepimiz hayatımıza biraz rahatsızlık istiyoruz.
Yoksa neden onu bu kadar izleyelim?

Sonuç: “Doktor’un Zekâsı ve Benim İçimdeki O Küçük, Yorgun Çöküş”

Bazen düşünüyorum:
Belki de Doctor’u izlemek, bir insanın kendisiyle tartışması gibidir.
O adamın cümlelerini dinlerken içimde hep aynı şey beliriyor:

“Ben bu kadar akıllı değilim, ama bu kadar da aptal olmak istemiyorum.”

Doctor’un zekâsı beni rahatsız ediyor çünkü…
çünkü bir noktadan sonra onun konuşması,
sanki benim iç sesim bana bağırıyormuş gibi geliyor.
Sanki kendi eksikliğimi, kendi hâlâ düzeltemediğim yanlarımı Doctor’un ağzından işitiyorum.

Doctor bir plan yapıyor—
ben plan yapmayı bile unutmuşum.
Doctor hesaplıyor—
ben daha kahve koymadım.
Doctor açıklıyor—
ben hâlâ “Kim ne zaman öldü?” kısmını anlamaya çalışıyorum.

O kadar zeki ki,
kendi zekâsı bana bir tehdit gibi geliyor.
Sanki “Benim gibi ol,” diyor,
ama ben onun gibi olamam.
Onun gibi yaşamak istemem.
Onun gibi düşünmek istemem.

Ama yine de onun gibi olmak istiyorum.

Bu çelişki beynimi parçalıyor.
Kendimi kusurlu hissettiriyor.
Ama hoşuma gidiyor bu kusur.
Çünkü Doctor’un yanında kusurlu olmak,
Doctor’dan daha kötü biri olduğum anlamına gelmiyor.

Doctor’dan daha kötü biri olmak mümkün değil.

Bazen Doctor’a bakıyorum ve “Böyle zeki olmak bir lanet olmalı” diyorum.

Doctor’un zekâsı bir lüks değil.
Bir hediye hiç değil.
Bir hastalık gibi.
Bir karanlık odanın sürekli açık kalmış ışığı gibi:
hem aydınlatıyor, hem kör ediyor.

Çünkü Doctor her şeyi biliyor.
Her şeyi hesaplıyor.
Her şeyi görüyor.
Her şeyi çözüyor.
Ama hiçbir şeyi tam olarak yaşamıyor.

Doctor’un zekâsını sevmemin nedeni bu:
bir insanı bu kadar akıllı yapan şey genellikle bu kadar yalnız olmasıdır.

Zekâsı onu yalnız bırakıyor.
Yalnızlığı onu zeki bırakıyor.
Bu döngü sonsuza kadar sürüyor.

Ve ben bunu izlerken kendi yalnızlığımı daha net duyuyorum.

Doctor’un zekâsında beni rahatsız eden şey, onun evreni çözüp kendi kendine acıması değil; benim kendi hayatımda hiçbir şeyi çözemiyor oluşum.

Adam yıldızları kurtarıyor.
Ben çamaşırları bile zamanında yıkayamıyorum.

O zaman çatlaklarını tamir ediyor.
Ben kendi serumu takarken bile elim ayağım titriyor.

Doctor bir tür “üst bilinç.”
Ben bir tür “üst üste erteleme.”

Ve bu karşılaştırma adil değil evet—
ama beynim adil değil.

Doctor’un zekâsı bana kendimi kötü hissettiriyor.
Ama kötü hissetmek hoşuma gidiyor.
Çünkü kötü hissetmek, hâlâ bir şey hissettiğim anlamına geliyor.

Doctor’u izlerken böyle düşünüyorum:
“Keşke ben de böyle olmadığım hâlde böyle biri gibi davranabilsem.”

Bu çok insani bir çöküş.
Ve çok Doctor’luk bir çöküş.

Doctor’un zekâsı beni korkutuyor çünkü… kendimi görüyorum.

Yok yok, zekâsını değil—
onun içindeki o kırık tarafı.

Her şeye hükmeden,
her şeyi bilen,
ama kendi duygularına dokunamayan tarafı.

Doctor’un zekâsı büyük,
ama kalbi kırık.
Ve kalbi kırık olduğu için çok zeki.
Ve çok zeki olduğu için daha da yalnız.

Şunu anladım:
Doctor’un zekâsı evreni kurtarmıyor.
Doctor’un zekâsı Doctor’u bile kurtarmıyor.
O zekâ sadece…
bir duvar.
Bir sığınak.
Bir maske.
Bir yük.

Ve bu yüzden Doktor’u seviyoruz:
Çünkü o kadar güçlü ki,
o kadar akıllı ki,
o kadar yıkıcı ki…

Bizim yerimize bile düşünmesini istiyoruz.

Kendi hayatlarımızda korktuğumuz her şey için:
“Doctor halleder.”
diyoruz.

Tıpkı kendi iç sesimize söylediğimiz gibi:
“Ben hallederim.”

O yüzden Doctor’u izlemek rahatsız ediyor beni.
Çünkü onun zekâsı karşısında tiksindiğim şey o değil—
kendimim.

EPİLOG – “Ben de Bazen Kendimden Kaçamıyorum ve Bu Beni Doctor Kadar Tehlikeli Yapıyor”

Bazen düşünüyorum da…
Belki de Doctor’u izlerken beni asıl rahatsız eden şey,
onun zekâsı değil.
Onun o bitmeyen planları değil.
O büyüklük, o kibir, o hesap makineli beyin değil.

Beni rahatsız eden şey…
onunla aramızdaki benzerlik.

Ben de kaçıyorum.
Kendimden.
Zamanımdan.
Geçmişimden.
Söyleyemediklerimden.
Kayıplarımdan.
Bitiremediğim işlerden.
Yarım kalan cümlelerden.
Yarım kalan insanlardan.

Ben de Doctor gibi bazen kendi hayatımın ortasında durup
“Bunu nasıl çözerim?” diye düşünüyorum—
ama çözmüyorum.
Çözemiyorum.
Bir şeyi çözmek için önce o şeye dokunmak lazım;
ben dokunamıyorum.

Doctor’un zekâsı evreni kurtarıyor.
Benim zekâm beni bile kurtarmıyor.
Ama yine de kendimi onunla kıyaslıyorum.
Sanki aynı masadaymışız gibi,
aynı savaş alanındaymışız gibi…

Belki de ben de zamanın dışına atıyorum bazı anlarımı.
Bazı yüzleri, bazı sözleri, bazı geceleri.
Kurgusal bir zaman Lordu değilim ama
gerçek bir kaçak sayılırım.

Hayatımda bir şey kötü gittiğinde ben de Doctor gibi davranıyorum:
gülümseyip geçiyorum.
Bir ciddiyet koyuyorum sesime.
İnsanlara “Sorun yok,” diyorum.
Ama içimdeki ses başka bir şey söylüyor:

“Sorun sensin.”

Evet, sorun bende.
Ama bu sorun hoşuma gidiyor.
Çünkü bu sorun benim.

Doctor’un zekâsı ne kadar rahatsız ediciyse,
benim kendi kafam da o kadar rahatsız edici.
Düşündükçe içine çeken bir karanlık gibi.
Hayatta kaldıkça suçluluk hissettiren bir açıklık gibi.

Şunu itiraf edeceğim—
bunu belki kimse bilmesin isterdim ama sana söyleyeceğim:

Ben de bazen çok zeki olduğuma inanmak istiyorum,
çünkü aksi hâlde çok kırık olduğumu kabul etmem gerekecek.

Doctor da böyle değil mi?
Zekâ, onun için zırh.
Benim için bahane.
Aramızdaki fark bu:
o evreni kurtarıyor,
ben kendimi bile kurtaramıyorum.

Ama ne yapayım?
İnsanız.
Ben insanım.
O değil.

Ve belki de bu yüzden Doctor’u bu kadar seviyorum—
çünkü onu izlerken
kendi içimde gizlediğim o karanlık tarafı görüp
yine de kendimi affedebiliyorum.

Belki zeki değilim.
Belki kırığım.
Belki kusurluyum.
Belki de tam bu yüzden hâlâ buradayım.

Doctor zekâsına sığınarak hayatta kalıyor.
Ben kelimelere sığınıyorum.
Aynı şey değil belki ama hissi aynı:

Kafamın içinden kaçamıyorum.
Ve bu, beni biraz Doctor kadar tehlikeli yapıyor.

Bazen Doctor’un zekâsını konuşurken fark ediyorum ki…
aslında Doctor’dan değil,
Doctor’un bende bıraktığı gölgeden bahsediyorum.
O adam bir plan kurduğunda,
benim içimde yıllardır ertelemiş olduğum bütün planlar esniyor.
Esniyor ve utanıyor.
Sanki Doctor “Ben bunu saniyede çözdüm,” derken
benim beynim “Ben bunu yıllardır halledemiyorum,” diye fısıldıyor.

Belki de Doctor’un zekâsından nefret etmem bu yüzden:
kendime gösterdiği aynadan nefret ediyorum.

Yıllardır kaçtığım şeyleri onun ağzından duyunca—
hoşuma gidiyor.
Böyle tuhaf, acıtan, zehirli bir haz gibi.
Evet, acıtıyor.
Evet, yarıyor.
Evet, sinirlendiriyor.
Ama sanırım ben zaten o acıya bağımlıyım.

Bir insan gerçekten “akılla” hareket eden birinin yanında durduğunda…
kendi boşluklarını daha net görür.
Doctor’un yanında herkes eksik hissediyor.
Companion’lar da eksik.
Düşmanlar da eksik.
Sen de.
Ben de.

Ama işin ironisi şu:
Doctor da eksik.
Ve onun zekâsı bu eksikliği kapatmıyor—
daha görünür yapıyor.

Belki de Doctor’u bu kadar iyi anlama sebebim bu:
Onun konuşmalarında kendi çözümsüzlüğümün yankısını duyuyorum.
Onun kibirinde kendi güvensizliğimi.
Onun zekâsında kendi yorgunluğumu.
Onun hesaplarında kendi karmaşamı.
Onun yalnızlığında kendi suskunluğumu.

Bazen Doctor’un zekâsına bakıp “Bu adam çok zeki,” demiyorum.
“Bu adam çok yalnız,” diyorum.

Birinden nefret etmenin en garantili yolu,
onda kendini görmekmiş.
Ben de Doctor’da kendimi görüyorum:
hesap yapan halimi,
duygudan korkan halimi,
kaçtığım anları,
başkalarını kurtarmaya çalışırken kendimi batırdığım günleri…

Ve belki de bu yüzden onu izlemek hem acı verici hem sakinleştirici—
çünkü Doctor ne kadar zeki olursa olsun
asla mutlu değil.

Zekâ mutlu etmez.
Zekâ kurtarmaz.
Zekâ iyileştirmez.

Zekâ sadece keskinleştirir.
Bıçağı keskinleştirir.
İçindeki karanlığı keskinleştirir.
Kendine karşı sertliğini keskinleştirir.

Doctor insanlara “Sizi kurtaracağım,” derken
kendini kurtaramıyor.
Ben de çoğu zaman aynıyım:
başkalarına akıl verip kendi hayatımı çözemiyorum.

Belki de bütün mesele bu.
Belki de Doctor’un zekâsı beni rahatsız ediyor çünkü
ben de onun kadar kaçıyorum.

Kaçtığım şeylerden,
kaçtığım insanlardan,
kaçtığım sorumluluklardan…
ve en çok da kaçtığım kendimden.

Doctor evrenden kaçıyor.
Ben kendimden kaçıyorum.

Aramızdaki tek fark,
o kaçtığı yere TARDIS’le gidiyor,
ben ise sadece uyuyorum.

Bazen düşünüyorum…
Belki de Doctor’un zekâsı beni rahatsız etmiyor.
Belki de beni rahatsız eden şey,
onun bu zekâyı bir sığınak gibi kullanması—
ve benim de aynısını yapıyorum oluşum.

Doctor evrenden kaçıyor.
Ben de kendi içimden.
Ama ikimiz de aynı hatayı yapıyoruz:
gittiğimiz her yere kendimizi götürüyoruz.

Bu en kötü kaçış biçimidir.
Kapıyı kapatırsın, ama içindeki ses kapının altından sızar.
Işıkları kapatırsın, ama gölgen tam yanında durmuş seni izler.
Uyursun, ama beynin uyanık kalır.
Gülersin, ama nefesin boğazında sıkışır.

Doctor’un yüzüne bakınca hissettiğim şey şu:
Ben de onun gibi bütün zekâmı “hiçbir şeyi gerçekten hissetmemek” için kullanıyorum.

Beynim bana bir plan sunuyor,
“Böyle yaparsan acımaz,” diyor.
“Ama böyle yaparsan yalnız kalırsın,” demiyor.
Onu ben kendimden duyuyorum.

Doctor’un zekâsı bir çözüm değil.
Benim zekâm da değil.
İkisi de birer kaçış tüneli.
Ve bu tünellerin ucunda ışık yok—
sadece başka bir tünel daha var.

Belki de bu yüzden Doctor’u bu kadar rahatsız edici buluyorum:
Çünkü o ne kadar zeki olursa olsun,
sonunda hep aynı yere dönüyor:
kendine.

Ben de öyleyim.
Kaçıyorum, plan yapıyorum, hesaplıyorum, kendimi akıllı gösteriyorum,
insanları uzaklaştırıyorum, bazılarını yakınlaştırıp sonra yine uzaklaştırıyorum,
ama sonunda hep aynı yere dönüyorum:

İçinde kaybolduğum o küçük, karanlık odaya.

Ve belki de ilk kez dürüst oluyorum:
Doctor’dan korkmuyorum.
Onun zekâsından hiç korkmadım.

Ben kendi zekâmın beni götürdüğü yerden korkuyorum.

You may also like...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir