Karanlığın Mimarı: Steven Moffat, Peter Capaldi ve Doctor Who’da Korkunun Dili

Steven Moffat hakkında konuşurken genellikle iki uçta sıkışırız. Kimileri onu çağının en zeki televizyon yazarlarından biri olarak över; kimileri ise anlatı oyunlarına saplanıp kalan, duygudan uzak bir formalist olarak küçümser. Oysa çoğu tartışma, onun en esaslı yönünü ıskalar: Moffat, içsel dehşeti yazan bir korku yazarıdır. Ancak onun korkusu, karanlıkta saklanan yaratıklardan değil; zamanın kendisinden çıkar. Sessizlikten, hatırlamaktan, yanlış zamanda söylenmiş bir cümleden, asla söylenmemiş olandan korkar. Moffat’ın yazdığı bölümler, karanlık bir odadaki canavardan çok, o odanın neden bu kadar sessiz olduğunu sorar. Bu yüzden dizinin 60 yıllık tarihinde birçok farklı tonda korku anlatısı görülmüş olsa da, hiçbiri Moffat’ın yazdıkları kadar kişisel ve felsefi bir karanlığa dalmamıştır.
Doctor Who gibi tonu her sezon başka bir renge bürünen, yapısı itibarıyla elastik bir dizide bu kadar içe dönük ve karanlık bir damar kurmak kolay değildir. Hele ki bu damar yalnızca canavarlardan değil, Doktor’un bizzat kendisinden, onun suskunluklarından ve pişmanlıklarından besleniyorsa. Steven Moffat’ın yazarlığındaki bu damar, ilk yıllarda Matt Smith’in çocuksu enerjisiyle parlatılsa da, gerçek derinliğine ancak Peter Capaldi’nin gelişiyle ulaşır. Çünkü Capaldi’nin Doktor’u sadece yaşlı değil; yaş almış bir adamdır. Onun gözleri ne geçmişi idealize eder ne de geleceğe umutla bakar. Tam bu gri çizgide, Moffat’ın korkuları yerini bulur: hatırlamanın yükü, zamanın çürütücülüğü ve Doktor’un içinden çıkamadığı etik sorular. Yani korku artık dışarıdan gelen değil; içeride çoktan yerini almış bir misafirdir.
Bu dönüşümün en çıplak, en merhametsiz örneği Heaven Senttir. Doktor’un tek başına, kendisine göre inşa edilmiş cehennem gibi bir yapının içinde sıkışıp kaldığı bu bölümde, Moffat bir korku yazarı olarak sınırlarını değil; anlatının sınırlarını zorlar. Burada hiçbir geleneksel “canavar” yoktur. Bu bölümde çığlık da yoktur. Korku bir figür olarak değil, bir ritim olarak işler: sessizlik, tekrar, tereddüt. Doktor duvarlara her çarptığında biraz daha hatırlar, biraz daha geri döner, biraz daha kırılır. Bu tekrar yalnızca anlatının içinde değil; karakterin yapısında yankılanan bir acı hâline gelir. Moffat bu bölümü bir tür travma döngüsü olarak yazar: yasın evrelerinden geçen bir zihin gibi, Doktor da her döngüde aynı soruları sorar, aynı çareyi dener ve sonunda aynı yıkımla baş başa kalır. Ancak her defasında bir molekül daha fazla kırar o duvarı. Ve bu ilerleme neredeyse fiziksel değil, etik bir ilerlemedir: çünkü buradaki ceza sisteminde ilerlemek, bir tür bedel ödemeyi gerektirir. Acı, burada değer üzerinden ölçülür.
Zaman burada artık bir anlatı aracından çok daha fazlasıdır. Moffat için zaman, tanrısal bir kuvvet değil; içten işleyen bir suç ortaklığıdır. Doktor zamanı manipüle ettikçe, zaman da onu bozmaya başlar. The Wedding of River Song’da bütün zaman çizgilerinin üst üste binerek birbirine karışması yalnızca bir “temporal anomaly” değil; mantıksal bir krizdir. Çünkü zamanın ahlaki yükü vardır. The Girl in the Fireplace’te bir kapıdan girip diğerinden çıkmak on yıl fark yaratabilir. The Time of Angels’ta zaman, yalnızca fiziksel bir ortam değil; yaşayan bir tehdittir. Moffat’ın en korkunç yaratığı Zaman’dır, çünkü asla sabit kalmaz. Hatıraları bozar, sözleri çürütür, duyguları eksiltir. Doktor bir duvarı bir milyon yıl boyunca yumrukladığında, onun savaştığı şey kireçtaşı değil; zamanın kendisidir.
Peki, Doktor tam olarak nerededir? Burası klasik bir simülasyon, bir holodeck ya da bir ceza odası olabilir. Ama başka bir ihtimal daha vardır ki belki de en ürkütücüsüdür: Doktor, Gallifrey’de terk edilmiş bir TARDIS’in içinde hapsolmuştur. Çünkü bir TARDIS her zaman sadece bir makine olmamıştır. Doctor Who mitosunda TARDIS’ler yaşayan varlıklardır; belleği olan, duyguları olan, küsen ve koruyan varlıklar. Ve bir TARDIS’in zihni, zaman gibi, sonsuz olasılıklarla örülüdür. O hâlde bir TARDIS’in bozulmuş belleği, bir Zaman Lordu için sonsuz bir hapishane yaratabilir. Heaven Sent’teki yapının içinde işleyen ritmin, mimarinin, duvarlardaki yankının, zamanın çöküşünün bu kadar canlı olması—mekânın bilinçle dolu olduğunu düşündürtür. Ve eğer Doktor’un zihni bir TARDIS’in belleğinde sıkıştıysa, bu yalnızlık yalnızca fiziksel değil; metafizik bir sürgündür.
Moffat’ın korkusu tam da burada karanlığın içinde kendi dilini yaratır. Onun en büyük canavarı kelimelerdir. Cümleleri tekrar ettikçe bozan, basit ifadeleri çocukluk korkularından çıkartıp metafizik sorulara dönüştüren bir yazardır o. “Are you my mummy?” gibi masum bir cümle; beden bütünlüğü, kimlik ve annesizliğe dair bir delilik taşır. “Don’t blink” yalnızca bir davranış uyarısı değil; zamana karşı verilen nafile bir savaşın özeti gibidir. Moffat’ın yazdığı korkular suskunlukta doğar ama dilde büyür. Çünkü onun için korku, bilinmeyenin değil; bilinenin içindeki yarı hatırlanmış şeylerin adıdır. O yüzden Listen bölümünde duyduğumuz “What if there was nothing under your bed?” sorusu yalnızca çocukluk korkusu değildir. Aslında bu, kozmik bir yalnızlık ifadesidir. “Ya hiçbir şey yoksa?” sorusu, Tanrı’ya sorulup cevap alınamayan sorudur. Ve Moffat, bu sorunun yankısını tüm dizinin içine sızdırır.
Çocukluk, Moffat’ın dehşet yazarlığında sadece bir evre değil; travmatik bir şifre gibi işlev görür. Night Terrors, Deep Breath, The Empty Child gibi bölümlerde çocuklar ya tehdit altındadır ya da bizzat tehdit kaynağıdır. Ama Moffat çocukluğu masumiyetin kaybı olarak değil; bilinçle henüz örtülmemiş bir açıklık olarak yazar. Çünkü çocukların korkuları henüz anlamlara bürünmemiştir—ve tam da bu yüzden sınırsızdır. Doktor’un kendi çocukluğu, Gallifrey’den kaçışı, bir savaşın içinde büyüyüşü ve kim olduğunu asla tam hatırlayamaması, bu yazının sinir uçlarına sızar. Moffat’ın en derin yazılarında Doktor bir yetişkin değil; yarım kalmış bir çocuktur. Ve bu çocuk çoğu zaman neyi unuttuğunu hatırlamaya çalışır.
Peter Capaldi’nin oyunculuğu, Moffat’ın bu derin yarıklarını taşımak için biçilmiş bir zemin gibidir. Capaldi’nin yüzü duyguyu göstermeye değil; bastırmaya uygundur. Sustukça daha çok şey söyler. Onun Doktor’u geçmişle bir tür barış yapmaya değil; geçmişin orada olduğunu inkâr etmeye çalışır. The Zygon Inversion gibi bölümlerde yalnızca bir diplomatik konuşma değil; etik bir ağırlık taşır. The Name of the Doctor’da Doktor’un kendi adını saklaması, aslında kimliğinden korkmasıdır. Çünkü Moffat’ın Doktor’u “iyi adam” olmaktan çok, “kimin tarafında olduğunu unutmuş” bir adamdır. Ve bu unutma, bir zayıflık değil; bir hayatta kalma stratejisidir.
Ve belki de en unutulmaz olan, “The Silence”tır. Hafızaya saldıran yaratıklar, görünmeden korkutan figürler, konuşulmayanın ağırlığını taşıyan sessizlikler… Moffat, sessizliği yalnızca bir tehdit değil; bir kural olarak kurar. Hafızayı silmek, bir korku unsuru değil; bir rejim biçimidir. The Silence bir canavardan çok bir yapı, bir sistemdir. Ve Doktor, o sessizlikle savaştığında yalnızca hayatta kalmak için değil; hatırlayabilmek için savaşır. Çünkü hatırlamamak, Moffat’ın evreninde var olmamakla eş anlamlıdır.
Sonunda Doktor duvarı kırar.
Ama asıl zafer kaçmak değil; hatırlamaktır.
Çünkü Moffat için asıl korku, orada bir canavarın olması değil;
hiçbir şeyin olmamasıdır.
Ve bazen en karanlık cümle, sadece budur:
“I remember.”