Rose Prequel, Yazar: Russel T Davies
Rose bölümü için planlanan eş zamanlı izleme etkinliği, beraberinde sürpriz bir prequel bölüm haberiyle daha da büyüdü. Russel T Davies, hayranlara bir mektup yayınladı. Ve bir de Rose: Prequel‘i.
Davies’in Mektubu:
“Bunun hiç varolmaması lazımdı aslında.
Uzun zaman önce, belki 2013 civarı, Tom Spilsbury, Doctor Who Magazine editörü, 50.yıl özel sayısı için özel bir katkıda bulunmak ister miyim diye sormuştu. Belki Doctor Who evrenindeki bir boşluğu kapatmamı istiyordu. Öyle ya, 8. Doktor nasıl olup da 9. Doktor’a rejenere olmuştu?
Ona, ‘Hayır, bunu yapamam, hayal gücünün en iyi yanı da bu boşlukları tamamlamak değil midir?’ demiştim. ‘Eğer bir şey yazarsam bu ya çok belirgin, ya çok fazla canon, ya çok fazla zorlama olurdu. Ama Tom pes etmeyi bilmeyen biriydi. Bana ‘Tamam, o zaman bir Target romanına son söz yazsan olur mu?’ dedi. Zaman Savaşı‘nın son günlerine dair bir şey. Doktor‘un son anlarına dair. Ve bunu Hiç Varolmamış Roman‘ın geride kalan sayfaları gibi yayınlarız, böylece yan dizilerin gerçekliklerine eklenebilir, belki de biraz da ana canona’, dedi. ‘Tamam, Tom. Beni ikna ettin, varım.’ dedim
Sonra bunu (prequeli) yazdım. Sözün ortasından başlıyor olsa da, kitabın son sayfalarına göz atıyormuş gibi düşünebilirsiniz. Lee Binding bu harika kapağı tasarladı. Çok heyecanlıyız! Sonra Tom dedi ki, ne olur ne olmaz, şu geçmiş işini Steven Moffat’a da söyleyelim.
Ah, dedi Steven. Ah. Nereden bilebilirdik ki? Meğer Steven da the Day of the Doctor‘u yazarken canona bir Doktor daha eklemiş, bir Savaş Doktoru! Steven bize Night of the Doctor‘dan da bahsetmemişti. Rejenerasyon döngüsünü eklemesi, tam bir sürpriz oldu. Benden her şeyi ona açıklamamı rica etti. Ona uydum ve Steven’a o gece çekyatımda yatabileceğini söyledim.
Bu fikir 2020’ye dek askıda kaldı.
Bilim kurgulardan fırlamış gibi duran bir virüs peydah oldu ve yaşamlarımızı değiştirdi. (Açıkçası Dünya’nın sonunu 100 kez filan yazdım ama hiçbir seferinde herkesin evde olacağı bir son düşünmemiştim.) DWM‘den Emily Cook, Day of the Doctor eşzamanlı yayın işini düzenledi. Sonra gözünü Rose‘a çevirdi. Ve bana yapmak istediğim bir şey var mı diye sordu. Aynı vakitlerde Chris Chibnall bana e-posta atmıştı. Bugünlerde Doktor‘a daha fazla ihtiyacımız olduğunu ve bu konuda yapmak istediğim bir şeyin olup olmadığını sordu.
Mucizevi bir şekilde bu dosya (prequel) halen duruyordu. Lee’de tasarım halen mevcuttu. (Normaldi, çünkü sözleşmesine dahil bu da. Ne komiğim.) Ve garip bir şekilde geriye dönüp bakınca, her şey yerine oturuyordu. ‘An’ burada meşe ve pirinçten yapılma olarak tasvir ediliyor, ki bu da en son karar verilen hali. (Billie hariç.) Merak ediyorum, aslında şüpheleniyorum da, acaba farkında olmadan 8. Doktor stilimizi karıştırmış olabilir miyiz? Daha da önemlisi, fikir artık olgunlaşmış halde. Bu bölüm devamlılık bakımından pek de doğru olmadığı için ilk yazdığımda yayınlamamayı seçmiştim. Ama şimdi 13.Doktor bize tonla, hatta sınırsız ihtimalimiz olduğunu gösterdi.
Tüm Doktor’lar gerçek. Tüm hikayeler doğru. Artık benimle savaşın en derinliklerine dalabilirsiniz. Doktor‘un An‘ı aldığı ve birçok evreni değiştirdiği zamana götürebilirim sizi…”
–DOCTOR WHO: ZAMAN SAVAŞI, YAZAR: RUSSEL T DAVIES-
… ama Dalekler ve Zaman Lordları onu durdurmak için boşuna haykırıyorlardı. Ve Doktor tek başınaydı.
Yükseklerdeki barınağından, yıkılan yüzlerce gezegene doğru bakıyordu. Ayaklarının altında, Zaman Savaşı‘nda Gallifrey ve Skaro‘dan ardakalan kalıntılar akıp sulara karışmıştı, çürüyorlardı. Gıcırdayan tahta platformu buz kesmişti, bir mil uzakta Morbius’un Kızıl Kapitolü ‘nün aşağılık kuleleri karalara batmıştı. Kırılgan Yarvelling’in Kilisesi yükseliyordu. Doktor ise halen Dünya‘dan bazı izleri görebiliyordu. Gezegenin milyonlarca kez replikası yapılmıştı, Kabus Çocuk‘un kafatasına kurşunlar işleyebilsin diye. Ve şimdi de insanoğlu kendi kendine bu gezegenin çeşitli yerlerini oyup duruyordu; Mumbai’deki kalıntılar, Manhattan’daki çömlekler, Eski Londra Kenti’nin hicivi. Daha güzel günlerden kalıntılar.
Doktor aşağı baktı. İskeleti ayaklarının dibinde yatıyordu. Kemikler tozların üstünde duruyordu ve o artık yoktu. Doktor yukarı baktı.
Önünde, platformun ucunda, pirinçten tutacakları olan meşeden oyma bir sandık vardı. An‘dan bu dünyaya kalan tek ekstrüzyon buydu. Geri kalanlar ise bir bütün ve N harfi şeklinde boyut duvarı ardında çalkalanıyordu. Kullanılmak için çığlık atıyordu.
Öne bir adım attı. Tutacağı kavradı. Son sözlerinin ne olması gerektiğini düşündü. Son sözlerin gereksiz olduğuna karar verdi. Tutacağı aşağıya indirdi.
An meydana geldi.
Evren şarkı söylüyordu.
Savaş sona eriyordu.
Aydınlıkla çevrelenen Doktor, yukarısındaki gökyüzünün aralandığını, Goth’un Ölü Demircileri’nin ve Bettan‘ın kehanetindeki gibi, bu aralıktan sonun gözüktüğünü gördü.
Gallifrey’in Özü sarsılıyor ve aleve dönüşüyordu. Bu içiçe Dalek halkaları önce silüetlere dönüşüyordu, sonra küllere ve sonra da-
Doktor düşüyordu. Her bir atomu yukarı çekiliyordu, ateşe doğru. Ama o, bir başına, An‘ın gölgesi tarafından düşürülüyor, kurtarılıyor –belki de lanetleniyor-du. Üzerinde hissettiği Zaman Kilidi sağlamlaşıyordu, savaşı gerçekliğe hapsediyordu. Ve vücudu varlığına takılıyor, plazma-uzaya doğru, ardından da kirli-uzaya doğru, ardından daha da ötesine doğru sürükleniyordu. Doktor, kafası önde, vücudunu geriye atar halde sonsuzluğa doğru daldı.
Yalnız.
Ama…
Üç.
Başka bir şey daha.
Düşüyor.
Dönüyor?
Mavi bir sarmal. O güvenilir maviden. O dikdörtgen beyaz, genişliyor, bir kapı eşiğine dönüşüyor, yaklaşıyor, ona doğru. Ve antik makinelerin uğultusu en yüksek notaya çıkarken Doktor düşünüyor: Eve gidiyorum.
Doktor TARDIS‘in zemininde yatıyor. Kemikleri düşüş yüzünden kırılmış, kalpleri kayıbından dolayı bomboş. Etrafında ise kontrol odası eğilip bükülüyor, çarpıklaşıyor, titreşiyor. Uzun zaman önce Yüksek Konsey‘in Efendi‘yi canlandırması yüzünden halen acı çekiyor. Yeni bir şekle girerken ağrısı artıyor. “Ben de,” diye mırıldanıyor Doktor, yüzünde kederli bir gülümseme ile. Rejenerasyonun imkansız olduğunu biliyor çünkü. An, varlığını düzeltti ve bu onun son yaşamı. Yaşamının da sonu.
Kaç yaşına geldiğini hsaplamaya çalışıyor. Zaman Savaşı‘nda yıllarını cephane olarak kullanmıştı; sadece Rodan’ın Düğünü Savaşı‘nda bile beş milyona ulaşmıştı ve sonra mızıldayan bir bebeğe gerilemişti, bir şarapnel yüzünden olmuştu bu galiba. Şimdi ise kemiklerindeki ağrı şey gibi hissettiriyordu… bin yaşında gibi? Neyse. Biz şuna dokuzyüz diyelim. Öyle kulağa daha iyi geliyor.
Zihni karanlığın içinde yüzüyordu ve kendini gülümsemeye zorluyordu. Hazır ama son için halen yeterince hazır değildi. Yine de, son sözleri olmayacaktı.
Ama sonra…
Bu… olabilir mi?
Bir kez daha o hissi hissediyordu.
O eski, derinden gelen, tüm kemiklerinin ve kaslarının ve düşüncelerinin birbirine karışması hissi. O neşe. O korku. O değişim, o imkansız değişim!
Şaşkınlık içinde elini kaldırıyor. Derisi yeni bir altın dalgalanması ile titreşirken sadece bakıyor, hayran kalıyor.
Elbette. Onu kandırmış olmalı, o son anda hem de. Son öpücüğü bir veda değildi; İade‘yi dudaklarıyla ona sunuyordu. Rejenerasyon döngüsünü başa sarmıştı, yeni bir adam doğuyordu. Yani bu onun son şarkısının anlamıydı: kefaleti çekilecek yeni bir beden. Belki bir gün bu İade‘yi başkasına devredebilirdi.
Son sözleri aniden zihnine hücum etti. Onları yüksek sesle söylese de duyacak kimse yoktu. Bu yüzden de bu son sözleri kendi kendine hayal edcekti. Sonsuza dek.
Sonrasında hücre çekirdekleri yıldızlara dönüştü. Her bir gözeneği ışık saçtı. Bir lav gibi yoğun, akışkan enerji topları boynundan, ellerinden, ayaklarından, gırtlağından,kalplerinden, ruhundan geçiyordu – durdu.
Doktor olduğu yerde oturdu, Yeni Doktor, sonraki Doktor, şimdiki Doktor. Yeni kafasına dokunmak için ellerini ve parmak uçlarını kaldırdı. Yeni çenesi. Yeni burnu. Yeni kulakları. Yeni, kuru ve geniş ciğerlerine havayı çekti. İlk cümlesini telaffuz etti.
“Vay canına!”
-son-